YEREL YÖNETİM REFORMU ve KATILIM Üzerine
- Gönen ORHAN
- 18 Oca 2022
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 5 Eki 2022
Bu yazı “KATILIMCI BÜTÇE ve ŞİŞLİ DENEYİMİ: Benim BÜTÇEM “ süreç kitabı için hazırlanmıştır.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, Merkezi İdarenin ağır bir VESAYETİ var.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, hizmete en yakın birimin eli kolu bağlı.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, 5393, 5216 ve 6030 sayılı yasalar yetmiyor.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, AB Yerel Yönetim şartını imzaladık ama yok gibi.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, mahalle ve aktif vatandaş yönetimde yok.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, stratejik plan ve bütçeleri bürokrasi hazırlıyor.
Neden Yerel Yönetim Reformu? Çünkü, hizmet idari ve mali özerklik gerektiriyor.
Neden, neden, neden, neden ..? Çünkü…, çünkü…, çünkü …, çünkü…
Önce haberler:
31 Mart ve 24 Haziran 2019 yerel seçimlerinden sonra:
İstanbul Büyükşehir’in metro yapımı ve otobüs alımı için 638 milyon dolarlık,
İzmir Büyükşehir’in Deprem’de zarar gören orta hasarlı binaların dönüşümü için Dünya Bankası’ndan sağladığı 340 milyon dolarlık kredi anlaşmalarına Cumhurbaşkanlığı onay vermedi.
Muğla BB’nin ‘İçme Suyu Kayıp ve Kaçaklarının Azaltılması’ ile ‘Yenilenebilir Enerji Santralleri Kurulumu’ projeleri kapsamında kredi anlaşmaları, Adana BB’nin ‘Akıncılar-Stadyum Hafif Raylı Sistem Hattı Projesi’ için 275 milyon dolarlık kredi anlaşması da bu satırların yazıldığı tarihte imzayı bekliyordu.[1]
İBB’nin , İstanbul taksi sorununun çözümü için UKOME gündemine 11. kez getirdiği öneri, yapısı yasa ile değiştirilerek Merkezi İdare çoğunluğuna geçen UKOME tarafından reddedildi.
2020 Şubatında başlayan COVİT-19 Pandemi sonrası Adana Büyükşehir tarafından yapılan Sahra Hastanesi “yetkin yok” denilerek kaldırıldı.
Ve her ay Büyükşehir, İl ve ilçe Belediye Meclis kararları Vali ve Kaymakamlara gitmeye devam ediyor…
Cumhurbaşkanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Mülki İdare amirlerinin vesayeti artarak devam ediyor.
Ankara’nın, Osmanlı’dan beri devam eden merkez-yerel sorunsalı, günümüzde giderek katmerleşen vesayet sonucunda , Merkez-Yerel Yönetim ilişkisinin yeniden sorgulanmasını zorunlu kılarken, Belediye, İl Özel İdaresi ve Muhtarlıklar ile aktif yurttaşın mahalle ve bulunduğu kentteki yönetime katılmasının koşullarını AB Yerel Yönetim Özerklik Şartları açısından yeniden gözden geçirmeliyiz. 2023 Genel Seçim ve 2024 Yerel Yönetim seçimlerine giderken daha demokratik anayasa tartışmalarına, Yerel Yönetim Reformu gereklerini de ekleyerek, Toplumcu Belediyecilik İlkeleri açısından özellikle aktif yurttaş ve yerel yönetim ilişkisinin en temel dayanağı olan Katılımcılık, Saydamlık, Denetim ve Hesap Verilebilirlik yaklaşımlarını kural ve işleyiş olarak da reformun sözüne taşıyabilmeliyiz.
Şüphesiz ki 5393 ve 5216 sayılı yasaların 2005 yılından beri olan seyri, 2012 tarihli 6360 sayılı Büyükşehir yasası, 2010 ve 2017 Anayasa referandumları yerel yönetimler üzerindeki vesayeti pekiştiren adımlar olmuştur. Türkiye, 16 Nisan 2017’de yapılan anayasa referandumu sonucunda % 51 ile, adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen melez bir sisteme geçti. Mühürsüzoy tartışması ve referandum sonuçlarının kıl payı olması yeni bir meşruluk tartışması yarattı. Gerek yeni sistemin Tek Adam’a dayalı merkezi-otoriter yapısı, yerel yönetimler üzerinde giderek artan vesayet sistemi, gerekse eski parlamenter sistemin tıkanıklıkları, halının altına süpürülen Temsili Demokrasi’nin krizi, bizleri bir kez daha demokratik yerinden yönetim tartışmalarına götürmektedir.
Peki Nedir Vesayet?
“Vesayet”in sözcük olarak anlam kazanabilmesi için, ayrılmaz ikili “ Toplumsal İşbölümü ve Hiyerarşi” sözcüklerine bakmamız lazım. Ve ardından Bürokrasi sözcüğü ete kemiğe bürünerek karşımıza çıkar ve noktayı koyar: İmzanın İktidarı
Devlet mekanizmasının ortaya çıktığı süreç, bugünkü anlamıyla hiyerarşi ve bürokrasinin de ortaya çıktığı süreçtir. Şüphesiz, devlet ortaya çıkmadan önce de yaşlılar, erkekler, sihir ve büyüyle uğraşanlar (Şamanlar) arasında görece farklılıklar ve bu toplumsal farklılıkların getirdiği bir tür doğal hiyerarşi vardı. Ama bu farklılık bir statü üstünlüğünden ziyade toplumsal işbölümü içinde yerine getirilmesi gereken bir rolü ifade ediyordu. Hiyerarşi ancak daha sonra ortaya çıkıp bu eşitlikçi toplumu emir ve itaate göre yapılandırılmış bir topluma dönüştürdü. Bookchin’e göre, hiyerarşi ne kadar farklı biçimler alırsa alsın, her durumda belli bir emir ve itaat sistemiyle ayırt edilir:
Hiyerarşi sözcüğüyle … kültürel, geleneksel ve psikolojik itaat ve komuta sistemlerini de kastediyorum… Yaşlıların gençler, erkeklerin kadınlar, bir etnik grubun başka bir etnik grup, “yüksek toplumsal çıkarlar” adına konuştuk- ları iddiasındaki bürokratların kitleler, kentin kır ve anali- zi çok daha güç olan psikolojik bir anlamda aklın beden, sığ bir araçsal rasyonelliğin ruh, toplum ve teknolojinin doğa üzerindeki tahakkümlerinden söz ediyorum[2].
Bürokrasi kim adına bunu kullanır? Basitçe Siyasal İktidar.
“Siyasal İktidar, feodal düzenden krallıklara, krallıklardan Ulus-Devlet yapılarına geçişte sürekli biraz daha güçlenmiş; her yeni devrim, her yeni kitlesel hareket onu ( abç ) daha da yaygınlaştırmış ve onu geliştirmiştir…..Günümüz toplumlarında yalnızca bir yanda benzerlerinden yasalar karşısında hiçbir üstünlüğü olmayan birey, öte yanda hemen her alanda izin vererek, yasaklayarak ve her şeye karışarak varlığını gösteren kamu gücü ( abç )kalmıştır.”[3]
Net bir anlatım di mi? Devlet ve Siyasal İktidar gibi kavramsal iki sözcüğün ayaklarını yere bastıran ve toplumda devlet olarak bilinen “varlığı” kamusal güç ifadesi olarak örgütlenme diye biliniyor hiyerarşi. İşte siyasal iktidarın kamusal gücünün yüzü olarak, Weber’i kaynak göstererek aktaran Cemil Oktay ifadesi ile “uzmanlaşma ve toplumsal işbölümü” [4] adına bürokrasi imza simgesini iktidar aracına dönüştürür. Artık iktidar odur. İşte “ vesayet ”in tarihsel ve toplumsal dayanağını bu imza ile yaşamımızın her yerindedir.
Vesayet, merkezi idarenin kamu gücü ve otoritesinin yerel yönetimlerdeki denetiminin adı diyebiliriz. Merkezi devlet anlayışı bu denetimi “sınırlı denetim” ile meşru görürken, yerel yönetimleri devletin ayrılmaz bir uzantısı olarak kabul eder.[5] Yani İl Özel İdare Genel Meclisi, Belediye Başkan ve Belediye Meclisi, Muhtar ve İhtiyar Heyeti Yerel Seçimler sonucunda seçilseler de, Kamu Gücü adına Yürütme yetkisi ile Cumhurbaşkanı, Bakan, Vali ve Kaymakam seçilmişlerin üzerinde denetim yetkisini kendilerinde görürler. Mevcut hukuk sistemimizde, 2017 Anayasa Referandumu sonrasında yerel yönetimlerin temelinde de en geniş emir ve itaat sistemini inşa eden bir anayasa, arkasında da aynı sisteme hizmet eden yasa ve uygulama yönetmelikleri vardır.
Yerel yönetimlerde hiyerarşi, toplumun gündelik yaşantısına bürokrasi ve bürokrat üzerinden uzanır. Devlet örgütlenmesinin yereldeki bir yansıması olan yerel yönetimler de toplumsal etkinliğini aynı yönetici sınıf ve bürokrasi eliyle hissettirmeye çalışır. Toplum karşısında hiyerarşiyi, başkan ve yöneticiler adına uygulamada bürokrasi ve bürokrat, son adımda da memur temsil eder. Memur bu kurumsal örgütlenmenin son temsilcisi olarak, statüko adına devleti, başkan adına belediyeyi, imzasıyla da yasa ve yönetmelikleri temsil eder. İmza, vatandaş açısından devletin kendi yaşamı üzerindeki yansımasının ete kemiğe bürünmüş bir biçimidir. Bu durumda vatandaşın kuruma karşı tutumunu ve davranışını belirleyen de, bu imzanın atılıp atılmadığı ya da ne kadar hızlı atıldığı olacaktır. Statüko ve hiyerarşinin temsilcileri olarak bürokrasi ve bürokratların sahip oldukları imza yetkisi sayesinde günlük yaşamda son sözü söyleyebilmeleri, yukardan aşağıya yönetimin en yalın biçimini oluşturur. Başa bela olan da budur. Belediye başkanının iktidarı, memurun imzası yoluyla vatandaşa yansır, bunun nasıl yansıyacağının kararı ise başkan ve yönetim adına iktidarı elinde bulunduran memura kalır. İmza otorite adına atılmış, vatandaş kurum ilişkisinde, memnun veya gayrimemnun olarak kurumdan ayrılmıştır.
Yönetim sistemleri tartışılırken, kuvvetler ayrılığı veya birliği merkezli, denge-denetleme mekanizmaları tartışmaları ile yargının bağımsız, yürütmenin yasama ile olan ilişkisi belirleyici olmakta, bu ilişkinin biçimlenişine göre Parlamenter veya Başkanlık Sistemleri ekseninde tartışma sürmektedir. Bu iki kutuplu tartışmada, yerinden yönetimlerden güç alan, yerelin merkez karşısında özerkliğini gündeme getiren tartışmalar, ülkemizin de imzacısı olduğu Avrupa Konseyi’nin Yerel Yönetim Özerklik Şartlarına rağmen, vesayet meşru kabul edilerek, yerelin özerkliği “üniter devlet” başlığı altında bölücü-ayrılıkçı görünerek hep ötelenmiştir. Tek başına Covit-19 Pandemisi bile, maske ve sosyal destekte vatandaşa en yakın kurum olarak yerel yönetimleri göstermişken, merkezi devlet kendini yerelin üzerinde görerek vefa sosyal destek ile mülki amirlerin yerelde belirleyici olmasını arzulamış, basit bir maske dağıtımını bile Cumhurbaşkanlığı, Emniyet nezaretinde dağıtmayı denemiştir. Peki dağıtılabildi mi?
Hizmetlerin yerindeliği, mahalle ve aktif vatandaş gerçekliği, kuvvetler birliğine veya kuvvetler ayrılığına dayalı hükümet sistemleri dışında, yerinden yönetim esaslı bir üçüncü yol tartışmasını yeniden YEREL YÖNETİM REFORMU başlığı altında gündeme getirmeyi zorunlu kılmaktadır. Mevcut sistemin, demokrasinin zerresinin kalmadığı yönetme biçimine karşı çıkarken, eskinin, Ankara merkezli işleyişini savunmak hatasına düşmemeliyiz.
Yalnız Türkiye’de değil, gerek doğu gerekse batıda kentleşmenin kırı yutması ile ortaya çıkan kent irisi mahalleler, ülke irisi kentlerde, merkezi yönetimlerin ister Başkanlık ister Parlamenter biçimlerle sürdürmeye çalıştığı yönetimler yetersiz kalmaktadır. Hatta tamamen bize özgü ve sivil bir irade olarak ortaya çıkan Muhtarlık ve İhtiyar Heyetleri bile seçenlerinin tanımakta zorlandıkları temsili yapılar görünümündedir. Yani en küçük birim olan mahallede de, yerel seçimleri gerçekleştirdiğimiz kentlerde de, merkezi yönetimlerin oluştuğu genel seçimlerde de nisb-i temsil ile delege edilen yapılar, seçimlerin bitmesinden itibaren seçmenin vatandaşa dönüşemediği, katılımın olmadığı, saydamlık ve denetimin istisnai görünümde olduğu, seçilen temsilcinin yönetmeye çalıştığı yapılar görünümündedir.
Sorun nerede?
Öncelikle sormamız gereken ilk soru, neden, parlamenter veya başkanlık, her iki sistemin de meşruiyetini kazandığı sistemler, Belediye Başkan ve Meclislerinin nisb-i temsil ve seçimlerle delege edilen sistemleri bürokratik ve elitist , vesayeti içeren merkezi yapıları doğurmaktadır? Devamla neden, yapılan seçimler sonucunda hangi siyasal parti seçimleri kazanırsa kazansın, hiyerarşi ve bürokrasinin egemenliği, yönetim ve davranış kalıpları değişmiyor? Neden İdeoloji ve parti farklılıklarına rağmen yerel yönetimler anlayış olarak birbirlerine benziyorlar? Neden Belediye Başkanları, Mikro Devlet Başkancıklarına dönüşmektedir? Adına Demokrasi denilen işleyiş neden sık sık tıkanmaktadır?
Yukarıdaki soruların, bizce gerçekci bir yanıtı var: KATILIM yalnızca seçim kampanyaları ve bildirgelerinde, yani vaatlerde var. Gerçekte, seçim dışında vatandaş iradesi ve katılım, iktidarı devr alan seçilenler- yöneticiler tarafından istenmiyor. Seçim kampanyalarında yazılı olmayan kural:
Seçimden seçime oy kullan, emlak ve tabela vergisi ver ve hak talep etme.
Katılım, saydamlık ve denetimin olmadığı yerel yönetimler gerçeği varken, yalnızca anayasa ve yasalarda olması savunulan denge ve denetleme mekanizmaları, yasanın metnine taşınmaktan başka bir anlama gelmiyor; demokrasi var mı var cilasının ötesine taşınamıyor.
Tartışılmayan gerçeklik olarak, yalnız ülkemizde değil dünyada da merkezlerin ve belediyelerin yönetememe halleri artmaktadır. Sorunun kendisini tartışmadığımız sürece, seçimle gelen yönetimler demokrasicilik ve belediyecilik oynamaya devam edeceklerdir.
Ülkemizde kentleşmenin son 70 yılına baktığımızda göç dalgalarının egemen olduğu büyümenin kendi kurallarını yarattığını, seçilmiş yöneticilerin bu kendiliğindenci süreci yönetmeye çalıştıklarına tanıklık etmekteyiz. Hormonla büyüyen kentlerimiz, göçün eklemlendiği her yeni halka ile kendi realitesini yaratmakta ve eklektik kentsel gelişmeye imar afları ile sünger çekilmektedir. Bu nedenle de gerek yerel seçim kampanyaları gerekse sonrası uygulamalar hizmet kavramı etrafında dönmekte, önce oy almak sonra memnun etmek amaçlı yönetim anlayışı egemen olmaktadır. Hal böyle olunca da hep eleştirilen bürokrasi kalıcılaşmakta, hiyerarşi ve imzanın iktidarı egemen yönetim biçimi olmaktadır. Ve, 5393 sayılı yasadan bugüne AKP iktidarları marifeti ile, merkezi yönetimin yerel üzerindeki vesayeti artmakta, kırıntı olarak var olan yerel haklar sürekli budanmaktadır. Yazının girişinde verdiğimiz örnekler ile dile getirdiğimiz gibi, 24 Haziran 2019 sonrası, AKP iktidarının, CHP ve HDP Belediye Başkanlarını imza atmayarak veya kayyum atayarak etkisizleştirmeye yönelik hamleleri vesayet anlayışının son güncel adımları olmuştur. Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verilen imar yetkileri, İçişleri Bakanlığınca yapılan Kayyum atamaları, Hazine tarafından dağıtılan kaynaklardaki keyfilikler, kamu gücü olarak devletin merkezi ve hatta parti devleti uygulamalarını pekiştirmektedir.
Vesayet Yetkisi, merkezin denetim hamlesinin ötesinde, merkezi yönetime yerel yönetimlerin yetkilerini istediği gibi sınırlandırma veya kullandırmama gücü vermekte, keyfi işlemlerin yolunu açmakta, kendine yakın olan yönetimlere kaynak aktarmasına yol açmaktadır.
Elbette ki hizmet, belediye faaliyetlerinin önemli bir unsuru iken, bunun araç olmaktan çıkıp amaç durumuna gelmesine itiraz etmeliyiz. Kentsel gelişmişlik ve hizmetlerle birlikte yabancılaşma da artıyorsa, insani ölçek sorgulanıyor ve komşuluk kayboluyorsa kendimizi, sistemi ve araçlarını sorgulamalıyız.
Kent Hakkı açısından, beslenme-barınma-üreme gibi temel gereksinmelerinin yanında sosyal ve kültürel varlık olan insanı merkeze alan bir sistem üzerinde konuşmalıyız. Bu ihtiyaç, en küçük birim olan mahallede de, belediye yönetimlerinin alanı kentlerde de ve bu ölçeklerle uyumlu ülkelerde de…
Yerel Yönetimlerin güçlendirilmesi değil, Yerel Yönetim esaslı, ülkedeki demokratik işleyişin tanımını yeniden yapacak, özerk yerinden yönetim anlayışını ve yerelin üzerinde yükselecek demokratik cumhuriyet tartışmasını, Avrupa Konseyi Yerel Yönetim Özerklik Şartlarını da göz önüne alarak yeniden gündeme getirmeliyiz. Vesayete hayır diyebilmek için yerinden yönetimin yetkilerini yeniden tanımlamalıyız. Kalkınma Ajansları kurulurken, bölge esaslı 22 Bölge tanımı yapılırken, yerel yönetimlerin bütüncül ve verimli uygulaması açısından bu tanımdan uzak durulmuştur. Örneğin İstanbul yeni ve bölgesel yönetim açısından , turizm, trafik, kültür, spor, sağlık açısından yerinden iradeyi hak etmektedir. Yasa ile yeni kurulan Turizm ve Tanıtım Ajansı için toplanacak katkı paylarından, pandemi nedeniyle uygulaması ertelenen Konaklama Vergisinden, turizm sektörüne ulaşım, altyapı, su, doğalgaz vb.belediye hizmetleri sağlayan yerel yönetimlerin yararlanmamasını açıklamak anlaşılır gibi değil. İstanbul Müzelerini Belediye, Bakanlık ve Meclis olmak üzere üç kamu iradesi yönetmeye çalışmaktadır. Bilindiği üzere kamusal hizmetler nedeni ile TBMM tarafından vergi konulurken, daha yaygın ve doğrudan hizmet götüren belediyelerin vergi yetkisi bulunmamasını anlamak mümkün değil.
Vesayetin, yalnızca anayasa, yasa ve yönetmeliklerde yapılacak demokratik değişikliklerle azalabileceğini düşünmek, yasaların metnini abartmak ve kutsamak olacaktır. Nitekim, 5393 sayılı Belediye ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunları, çıkış yılları itibari ile reform özellikleri taşısalar da uygulamalardan da görüleceği gibi merkezi otoritenin vesayetçi yaklaşımı ile yerelin iradesi 2002- 2022 arasında minimuma indirilmiştir.
Çözüm önerimiz KATILIM iradesinin mahalle ve sokağa inmesi, temsili demokrasi yerine doğrudan demokrasinin başlangıcı olacaktır. NASIL? [6]
Bunun için 5393 sayılı yasanın 76. Maddesinde KENT KONSEYLERİ örgütlenmesi ile atılan demokratik adımları takiben,
mahallelerde temsil özelliği bulunan muhtarların, aile hekimi, okul aile birlikleri ve okul müdürlerinin, inanç temsilcilerinin de içinde olduğu; Komşuluk Hukuku esaslı ev kadını, emekli, çocuk, engelli, LGBTİ, esnaf, çalışan ve göçmen kotalı MAHALLE MECLİSLERİ;
Mahalle Meclisinden kadın-erkek temsilcilerin olduğu, LGBTi sözcülerinin doğal üye kabul edildiği MAHALLE MECLİSLERİ KONSEYİ;
kaynakların yerinde kullanımı açısından, belediye bütçesinin belirli bir bölümünün bürokrasi iradesi dışında KATILIMCI BÜTÇE olarak mahalle ve aktif vatandaş esaslı olarak,
aşağıdan yukarıya yeniden kurgulanması demokratik işleyişin başlangıcı olacaktır.[7]
Yönetim anlayışının değişmesinin yanında uygulamaya yönelik norm ve uygulamalarda da eskiyi sorgulayan değişikliklere ihtiyaç kaçınılmaz gözükmektedir. Ne zaman ki, seçimle gelen Belediye Başkan ve Meclis üyeleri, seçenleri tarafından aktif yurttaş iradesi ile doğrudan denetlenir ve geri çağırma mümkün hale gelirse, o zaman demokratik yerinden yönetimin mümkün ve kalıcı olacağına inanabiliriz.
5393 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinden sonra çıkarılan norm kadro yeniden gözden geçirilmelidir. Bu düzenlemeyi yalnızca 657 sayılı devlet memurları yasası ve norm kadro açısından değil, Belediye- Sivil Toplum iş birliğini engelsiz, yaşayan günlük ilişki olarak yeniden tanımlamalıyız. Bir taraftan hizmetler devam ederken gönüllü katılımları, proje iş birlikleri ve proje yönetimleri kolay ve kalıcı olmalıdır. Gerek Halkla İlişkiler gerek Sosyal Politikalar açısından gerekse ekonomik, sağlık, spor ve kültürel proje ve hizmetleri ortak bir standart ve uygulamaya taşıyabilmeliyiz.
Ez cümle, yerel iktidar hem mahalle düzeyinde hem de kent düzeyinde iktidarın paylaşıldığı, diğer anlamıyla merkezi iktidarın yerele indiği düzenlemelere muhtaç.
31 Mart ve 23 Haziran 2019 Yerel Seçimleri sonrası, merkez ve yerel arasında yaşanan çatışma, Temsili Demokrasinin yönetememe çıkmazı, yerinden yönetimi yeniden tartışmayı gerektirmekte.
KATILIM, “Yeniden YEREL YÖNETİM REFORMU” nun kilit anahtarı olarak tanımlanabilirse Cumhuriyetin 100. Yılına, Doğrudan Demokrasi adımları ile geçmemiz daha mümkün olabilecektir.
Gönen Orhan
gonen@gonenorhan.com
Comments